Cinsel işlevler, beyin ve eşcinsellik: Bir şeyleri fena halde yanlış anlıyor olabiliriz!


Cinsellik, dünya üzerindeki tüm organizmaların en temel işlevine tekabül eder. Beslenme, metabolizma, hareket ve insanda karşımıza çıkan diğer üstün bilişsel özelliklerin tamamı aslında tüm canlılarda, biyolojik olarak üreme işlevine yardımcı olan, genlerin sonraki nesillere başarılı bir şekilde aktarılmasını sağlamak üzere çalışan mekanizmalar olarak düşünülebilir. Böyle söyleyince normal insanlara biraz garip gelebileceğinin farkındayım; ama biyolojik gerçek budur. Biyolojik bedenin en önemli işlevi, genleri sonraki nesillere aktararak türün devamını mümkün kılmaktır.


En temel biyolojik işlev üremek olunca, üremeyle ilgili tüm işlevler de canlıların davranışlarında temel belirleyici bir konumda bulunur. Aynı mantıkla, beyin denen sinir sisteminin kontrol merkezine baktığınızda, orası için de bu temel kural geçerlidir. Üreme ile ilgili devreler, hücreler, bağlantılar ve kimyasal haberleşme maddeleri, canlının davranışı üzerinde çok belirgin bir etkiye sahiptir. Bu etki o kadar ileri gidebilir ki, mesela çiftleşme sonrası erkeklerin dişiye yem olduğu bazı böcek türlerinde olduğu gibi, türün selameti açısından bireyin feda edilebileceği bir noktaya kadar ulaşabilir. Canlılar alemindeki davranışların beslenme dışında kalan çok büyük bir kısmı üreme, kur yapma ve çiftleşme süreçleri ile ilgilidir.


Eşeyli üreme, erkek ve dişi olarak iki cinsin, “eşey hücreleri” dediğimiz özel hücreleri çeşitli yöntemler ile birleştirmesine dayanır. Bu birleşme, cinsel ilişki şeklinde olabildiği gibi, balıklarda olduğu gibi, beden dışında sperm ve yumurtaların buluşması şeklinde de olabilir. Milyonlarca canlı türünde son derece karmaşık ve çeşitli yöntemlerle yürütülen bu temel süreç, canlılığın çeşitliliğinin ve değişen koşullara uyum sağlama gücünün temelini oluşturur. Aynı canlının kopyalarının oluşturulduğu eşeysiz üremeye göre, erkek ve dişiden gelen farklı kombinasyonların birleştiği eşeyli üremede, çeşitlilik açısından imkanlar neredeyse sınırsız hale gelir.


Gelelim insanlardaki duruma: Özetle, normal bir cinsel gelişim sürecinde erkek ve dişi olarak iki cinsiyete sahibizdir. Henüz anne karnında başlayan bu süreç, cinsiyet hormonları dediğimiz testosteron ve östrojen gibi hormonların etkisiyle, bunların düzeylerine ve salınma ritimlerine de bağlı olarak, daha anne karnında cinsiyet karakterlerinin ortaya çıkmasını sağlar. İlk haftalarda anne karnındaki tüm bebekler cinsiyetsizdir, daha doğrusu hepsi önce kız bebeklerdir. Ne zaman ki erkek bebeklerin cinsiyet sistemleri gelişmeye ve testosteron dediğimiz hormonun miktarı artar, işte o zaman bebek erkek bebeğe dönüşecek değişimler geçirmeye başlar. Bu olayın önemli bir kalıntısı erkeklerdeki meme başlarıdır. Normalde emzirme işlevi olmayan erkeklerde neden meme başı olduğunu merak ediyorsanız, cevabı bu geç devreye giren cinsiyet farklılaşmasındandır. Anne karnındaki bebek henüz erkek olmaya başlamadan önce memeler oluşur; fakat erkek bebek gelişiminde, daha sonra yağ doku ile şişecek meme dokusunu meydana getirecek biyolojik donanım artık gelişmez ve geriler. Bundan dolayı erkeklerde meme olmasa da bir kalıntı olarak meme başı mevcuttur.


Hormonların eşliğinde başlayan bu cinsiyet gelişimi sadece bedeni değil, beyni de etkiler. Vücuttaki cinsel organlar şekillenirken, beyinde de erkek ve dişi bebeklere özel değişiklikler oluşmaya başlar. Bunlardan belki de en iyi bilineni, erkek bebeklerde beynin sol yarısının kız bebeklere göre biraz daha yavaş gelişmesidir. Bu küçük gelişim farkı, testosteron denen hormon sayesinde olur ve doğumdan sonraki yaşlarda kız ve erkek bebekler arasındaki bir çok temel davranış farkının ortaya çıkmasına zemin hazırlar.


Erkek ve kız bebeklerin beyinlerine daha derinlemesine bakıldığında, beynin özellikle hormon sistemini kontrol eden hipotalamus bölgesinde belirgin farklılılar ortaya çıktığını görebiliyoruz. Henüz anne karnında, hamileliğin ikinci yarısıyla birlikte başlayan bu değişiklikler, özellikle detaylarda, erkek ve kadın beyninin farklı özellikler taşımasını sağlar.


Erkek ve kadın beynindeki en önemli farklılıkları kabaca şöyle sıralamak mümkün:
  1. Corpus callosum: İki beyin yarısını birbirine bağlayan kalın bir sinir hücresi uzantıları demeti olan corpus callosum, kadınlarda erkeklere göre daha büyüktür. Bu da iki beyin yarısı arasındaki bağlantıların kadınlarda daha yoğun olmasına neden olur.
  2. Amigdala: Beynimizin korku, stres ve alarm bölgesi olan amigdala ile ilgili raporlar karmaşık sonuçlar verse de, kadınla erkek arasında farklı olduğuna dair çok işaretler var. Sağ ve sol amigdalanın erkek ve kadında farklı çalıştığını, genel olarak duygusal değerlendirmede kadınlarda daha aktif olduğunu biliyoruz.
  3. Hippokampus: Beynimizin hafıza oluşturma, navigasyon ve duygularla ilgili bir bölümü olan hippokampus, kadınla erkek arasında ciddi fark gösteren bölgelerden birisi. Bu bölgenin farklı işlemesine bağlı olarak mesela erkeklerde hafif stres altında öğrenme artarken, kadınlarda tam tersine azalıyor. Ayrıca erkeklerde ve kadınlarda baskın hippokampuslar da farklı. Erkekte sol taraf baskınken, kadında sağ hippokampus daha baskın olarka faaliyete geçiyor. Ayrıca yeni sinir hücrelerinin en fazla üretildiği yer olan hippokampus, bu açıdan erkeklerde daha aktif.
  4. Frontal lob: Ön beynimiz bir çok işlevsel alana ayrılıyor ve işlevleri henüz açık değil. Fakat buranın bazı bölümleri kadın ve erkeklerde farklı organize olmuş görünüyor. Mesela sosyal ve duygusal öğrenme süreçlerinde öneml olan ventromedila prefrontal korteks (VMPFC) erkeklerde sağ, kadınlarda ise sol tarafta daha aktif. Orbitofrontal kortesk gibi bazı özel alanlara alınan hasarlar erkeklerde önemli işlev kayıplarına neden olurken kadınlarda pek belirgin soruna yol açmayabiliyor.
  5. Anterior singulat korteks: Davranışları kontrol etme ve karar verme bölgelerinden birisi olan ACC bölgesinde erkeklerde daha az sinirsel doku var ve bu da erkeklerin biraz daha agresif davranmalarının altında yatan nedenlerden birisi olarak yorumlanıyor.
  6. Beyin kabuğu: Kadınlar, bir çok işlevsel beyin bölgesi açısınan erkeklerden daha fazla beyin kabuğuna, yahut “gri maddeye” sahipler. Fakat buradaki toplam hücre sayısı erkeklerde daha fazla.
  7. Beyaz madde: Beyinde uzak alanları birbirine bağlayan sinir hücresi uzantılarından oluşan beyaz madde de bazı bölgelerde kadınlarda daha kalın.
  8. Hipotalamus: Beynimizin otonom sinir sistemi ve hormon sisteminin en üst kontrol merkezi olan hipotalamusta cinsiyetler arasında farklılık gösterdiği bilinen bir çok bölge var. Bunlardan en temel olanları:
    1. Beynimizdeki biyolojik saat merkezi olan suprakiazmatik çekirdek, erkeklerde kadınlara göre iki kat daha büyük (Swaab, 2014)
    2. Ön hipotalamustaki INAH3 (interstisyel çekirdek; cinsiyetler arası dimorfik çekirdek-Sexually Dimorphic Nucleus - SDN), her yaş gurubundaki erkeklerde kadınlara göre belirgin oranda daha büyük (Allen ve ark., 1989).


Eşcinsellik neden oluyor?



Önce bir mini sözlük:

Heteroseksüel (heterosexual): Karşı cinse normal cinsel veya romantik istek duyan kişi 

Eşcinsel/Homoseksüel (homosexual): Kendi görünen biyolojik cinsiyetine sahip bireylere cinsel veya romantik arzu duyan kişi.

Biseksüel (bisexual): Her iki cinsiyete karşı da cinsel yahut romantik ilgi duyan kişi.

Transseksüel (transsexual): Dışsal cinsiyetiyle barışamayan ve genelde tıbbi müdahale ile karşı cinsiyetin cinsel özelliklerine geçiş yapan kişi.

Gey (gay): Eşcinsel kişi (erkek veya kadın).

Lezbiyen (lesbian): Kadın eşcinsel


Öncelikle temel sonucu bir paylaşayım: Eşcinsel bireylerin beyni, dıştan görünen cinsiyetlerini taşıyan hemcinslerden büyük oranda farklı. Anne karnında meydana gelen ve gelişen bir çok yapı, eşcinsel bireylerde, hemcinslerinden çok karşı cinsin beyin yapısına daha fazla benzerlik gösteriyor.


Eşcinsel bireylerle heteroseksüel bireyler arasında bazı beyin farklarını kısaca şöyle özetlemek mümkün:
  1. Suprakiazmatik çekirdek (SCN), eşcinsel erkeklerde, heteroseksüel erkeklere göre daha büyük (Swaab, 2014). Bu bulgu, SCN çekirdeğinin eşcinsellere özel bir yapı değişikliği olduğunu düşündürüyor.
  2. INAH-3 çekirdeği eşcinsel erkeklerde, kadın ve erkek boyutlarının arasında bir boyuta sahip (LeVay, 1991).
  3. Hipotalamusun hemen üzerinde yer alan ve sağ ile sol şakak loblarını içten birbirine bağlayan bağlantı da eşcinsel erkeklerde belirgin olarak daha büyük (Swaab, 2014).
  4. Eşcinsel erkeklerin corpus callosum bağlantısı, kadınlarda olduğu gibi, heteroseksüel erkeklerden daha büyük (Swaab, 2014).


Sadece yapısal değil, işlevsel farklılıklar da var. İşlevsel farklılıklar beynin belli uyaranlara nasıl tepki verdiği ölçüldüğünde ortaya çıkan farklılıklardır. İşlevsel farklılıklardan bazı önemlileri şunlar:
  1. Erkeklerden elde edilen cinsel feromonlar (koku habercileri) heteroseksüel kadınlarda ve eşcinsel erkeklerde hipotalamus faaliyetine neden oluyor. Fakat bu faaliyet heteroseksüel erkeklerde görülmüyor (Swaab, 2014).
  2. Heteroseksüel kadınlarda ve eşcinsel erkeklerde, heteroseksüel erkeklere ve lezbiyenlere göre amigdala ile diğer beyin bögeleri arasında daha fazla bağlantı var (Swaab, 2014).
  3. Heteroseksüel erkeklerde ve lezbiyenlerde, bir kadın yüzü fotoğrafı gösterildiğinde talamus ve prefrontal korteskte çok daha yoğun faaliyet oluşuyor. Eşcinsel erkeklerde be heteroseksüel kadınlarda ise benzer aktivite erkek yüz fotoğrafları gösgerildiğinde ortaya çıkıyor (Swaab, 2014).


Bunlar belli başlı olarak ortaya konmuş farklılıklardan bazıları. Eşcinsel ve heteroseksüel bireylerin bu işlevsel ve yapısal farklılıkları genel olarak ele alındığında ortaya ilginç ve sade bir manzara çıkıyor: Eşcinsel erkeklerle heteroseksüel kadınların ve eşcinsel kadınlarla heteroseksüel erkeklerin beyin özellikleri birbirlerine benziyor. Yani dış cinsiyeti ne olursa olsun, eşcinsel bir birey, doğuştan karşı cinsin beyinsel özelliklerine sahip olarak doğuyor.


Bahsedilen yapıların tamamı anne karnında hamileliğin ikinci yarısında teşekkül eden ve gelişimleri tamamen anne karnındaki süreçlerle ilgili olan yapılardır. Ayrıca bahsedilen beyin yapılarınn tamamı bilinçsiz çalışan, hormon sistemlerini ve iradesiz otonom işlevlerimizi kontrol eden iç yönetim sistemlerine aittir. Bunlardaki değişikliklerin yetişme sırasındaki çevresel şartlara bağlı olmadığı açıkça biliniyor. Yani burada sadece bir kısmı sayılan deneysel ve gözlemsel bulgular, cinsel yönelimin, en azından bu şekilde beyin yapısına sahip olan insanlarda bir seçenek olmadığını açıkça gösteriyor. Eşcinsellik ve transseksüellik durumları, buradan da açıkça anlaşılacağı gibi, bahsettiğimiz biyolojk yapının doğal bir sonucu aslında...


Çocukların eşcinsel olma ihitmalini artıran bazı çevresel faktörler de var. Bunlardan bazıları:
  1. Hamilelikte düşükleri önlemek amaçlı sentetik östrojen alınması
  2. Hamilelik döneminde nikotin ve afetamin alınması
  3. Birden fazla büyük erkek kardeşi olan erkek çocuklarda, annenin önceki erkek bebeklerine karşı geliştirdiği bağışıklık tepkimeleri, sonraki erkek çocuklarda cinsel işlevlerin değişmesine neden olabiliyor (Swaab, 2014).


Burada önemli bir noktayı vurgulamakta yarar var. Genellikle eşcinsel eğilimlerin yetişme çağında karşılaşılan çevreyle veya yetiştirilme biçimiyle ilgili olduğuna dair yaygın bir inanış vardır; fakat bunu destekleyecek herhangi bir bilimsel kanıt veya gözlem yok. Örneğin eşcinsel çiftlerin büyüttükleri çocuklarda artan bir eşcinsellik oranı görülmüyor. Genel olarak bakıldığında eşcinselliğin bir “yaşam tarzı seçimi, tercihi” olarak görülebilmesi pek mümkün değil.


Bir “hastalık”(?) olarak eşcinsellik



Eşcinselliğin bir hastalık olarak tanımlanmasının kökenleri batıda 19 yüzyılın sonlarına uzanıyor. 1950 ve 60’larda ABD psikiyatristleri arasında eçcinselleri tedavi etmek üzere tiksindirme terapileri uygulanması oldukça yaygın bir uygulamaydı (hatta Stanley Kubrick’in kasik filmi A Clockwork Orange’a da konu olmuş bir uygulamadır bu). Zihinsel hastalıkların tanı ve sınıflandırılması açısından temel bir rehber kabul edilen DSM’nin 1968 yılında yayınlanan ikinci baskısında eşcinsellik bir zihinsel hastalık olarak kaydedilmişti. Zaten 19. yüzyıldan beri eşcinseller kilise tarafından günahkar addedilip kiliseden dışlanıyordu ve aydınlanma sonrası da “günah” terimi “hastalık” terimine dönüştürülmüş oldu. 1978 yılıdna Amerikan Psikiyatri Birliği üyelerinin yaptığı oylama sonucunda eşcinsellik bir hastalık olarak DSM’den çıkartıldı fakat yerine “cinsel yönelim bozukluğu” ifadesi yerleştirildi. 1981 yılında ise bu da kaldırılarak eşcinsellik DSM’de yer alan bir hastalık olmaktan çıkartıldı. Farklı uygulama ve anlayışlar halen devam etse de günümüzde batıda gay bireylere yapılan terapilerde kişilerin cinsel kimliklerini kabul etmesine yardımcı olacak teknikler ağırlıklı olarak kullanılıyor.


Kısacası bu gün artık dünya ölçeğinde eşcinsellik, transseksüellik ve diğer cinsel yönelim biçimleri, “hastalık” olarak sınıflandırılmıyor. Özellikle psikiyatrik durumlar söz konusu olduğunda, hastalık denen tanımlamanın toplumun sosyal kodlarına göre çok hızlı evrilmesi ve değişmesi söz konusu. Yarın ne olacağını çok bilemesek de bu gün itibariyle bilimsel açıdan eşcinsellik bir “hastalık” değil.


Biseksüellik ve eşcinsellik arasındaki fark



Biseksüel erkek ve kadınlarda, her iki cinse de ilgi duyma durumu söz konusudur. Eşcinsellerde ise sadece kendi dış cinsyetiyle aynı cinsiyette insanlara karşı bir cinsel veya romantik ilgi durumu gözlemlenir. Dolayısıyla biseksüellikle eşcinsellik temelden farklı iki hadisedir. Biseksüellerde yapılan çalışmalarda, az önce eşcinsellik için bahsedilen biyolojik bulguların çoğuna rastlamıyoruz. Biseksüel erkek ve kadınların beyin yapısı, az önce sıraladığım farklar açısından heteroseksüellere daha çok benzer olarak karşımıza çıkıyor (Van Wyk ve Geist, 1995). Dolayısıyla eğer cinsel yönelimler açısından bir “tercih”ten bahsedilecekse, biseksüellik bir tercih olarak değerlendirilmeye daha uygundur. Eşcinsellikte ise tercih ve seçim büyük oranda söz konusu değildir; biyolojik devrelerin doğal yönlendirmeleri söz konusudur.


Eşcinsellik neden var?



Normalde üreme işlevine yaramayan ve türün devamı için olumsuz görünen eşcinsellik davranışı sadece insanda değil bir çok canlıda görülmeye devam ediyor. Bunun biyolojik olarak kesin bir açıklaması yok; en olası ve makul neden, eşcinsellikle ilgili genlerin, eşcinsel davranışa neden olmayan taşıyıcı bireylerde cinsel faaliyeti ve üreme şansını artırıcı bir etki yapıyor olabileceği. Benzer bir durumu otizm ve şizforeni gibi zihinsel rahatsızlıklarda da görebiliyoruz. Bunların hafif versiyonları insanların araştırıcı, kaşif ve yaratıcı bir zihne sahip olmasını sağlayabiliyor. Bu da türün selameti için olumlu bir özellik olarak nesiller boyunca kourunuyo. Elbette uç durumlardaki davranış değişklikleri, yani şizofreni ve ağır otizm gibi durumlar da bu çeşitlilik için ödenmesi gereken biyolojik bir bedel olarak düşünülebilir.


Hayvanlar aleminde eşcinsel davranışlar şimdiye kadar böceklerden memelilere 1500’ün üzerinde canlı türünde gösterilmiştir. New York hayvanat bahçesindeki çift olarak yaşayan erkek penguenler Roy ve Silo, en bilinen örnekler. Erkek sıçanlarla rahimde yan yana gelişen dişi sıçanlar, erişkinlik dönemlerinde dişilerle çiftleşme davranışı gösterebiliyor. Bu da rahimde fazla testosteron almalarına bağlanıyor. Bazı kuşlar, birden fazla erkek ve dişinin birlikte olduğu üçlü ve dörtlü birlikteliklerle yaşıyorlar. İnsana en yakın kabul edilen bonobo maymunlarında da bu uygulama çok yaygın ve cinsel amaçlardan çok barış ve sakinleşme amacıyla kullanılıyor. Filler, makak maymunları, zürafalar, kuğular ve balinalar başta olmak üzere, bir çok hayvan türünde çeşitli amaçlarla eşcinsel temaslar yaşanıyor. Mezbahalarda kesime götürülen boğaları izleyen herkes, o stresli ortamda bir çok erkek bireyin birbirleri ile çiftleşme davranışına giriştiğini gözlemleyebiliyor. Montana’da birbirlerine binen erkek sığırların beyinlerinde yapılan çalışmalar, insan eşcinsellerdekine benzer farklılıkların bu hayvanlarda da aynen geçerli olduğunu ortaya koyuyor. Bu örneklerin tümüne baktığımızda eşcinsellik, nispeten oranı düşük ama doğal bir varyasyon gibi görünüyor (Swaab, 2014).


Sebebi ve faydası ne olursa olsun, cinsel yönelim ve bunun davranışsal nedenleri konusunu henüz yeni yeni anlamaya başlıyoruz. Yüzlerce yıldır dünyadaki bir çok kültürde, özellikle 19 yüzyıldan sonra batıda ve günümüzde doğu toplumlarında yaygın bir sorun olan eşcinsellik meselesini bu yeni bilimsel bulgularla yeniden ele almak şart.


Dinde bu meselenin yeri?



Eşcinsellikle ilgili bir çok tepki ve söylem, aslında dini temelli inançlardan ve geleneklerden kaynaklanır. Bir çok insan, eşcinsellik meselesinin özellikle İslam’da kökünden çözülmüş olduğuna emin. Toplumsal bir anomali olarak görülen eşcinselliğin ölüm veya hapis dahil bir çok yöntemle cezalandırılması gerektiği yönünde kesin görüşe sahip olan insanların sayısı az değil.


İslam fıkhında çift cinsiyetli doğan, tıpta da “hermafrodit” olarak bildiğimiz bireylere ilişkin bazı fıkıh hükümleri mevcut. Bunlara ara bir cinsiyet olarak “hünsa” dendiğini de biliyoruz. Fakat hermafroditizm eşcinsellikten çok farklı bir gelişimsel cinsiyet bozukluğudur. Bundan dolayı, zaten tıbben de dindeki fıkıh hükümlerine benzer uygulamalar yapılan çift cinsiyetlilik durumu, eşcinsellik için herhangi bir hüküm içermez.


Geleneksek İslami yaklaşımların bir çoğunda eşcinselliğin cezalandırılması, hapsedilmesi yahut ödürülmesi hükmü getirilmiş durumdadır. Halbuki bu durumu doğrulayacak Kuran’i ve Hz Peygamber’in (SAV) uygulamalarına dayanan kesin bir kanıt yoktur. Aksine, eşcinsellik konusunda Kuran’dan sıklıkla getirilen bir örnek olan Lut kavmi örneği, aslında dikkatli okunduğunda, bambaşka bir meseleden bahseder. Kur’anda, Lut kavmi erkeklerinin “kadınları bırakıp erkeklere şehvetle yöneldikleri” için azaba uğramış olduğu anlatılır. Yani Lut erkekleri, eşcinsel olmadıkları ve normalde kadınlara şehvet duydukları halde, sadece zevkçi/hedonik amaçlarla erkeklere yönelen “biseksüel”lerdir. Biseksüellikle eşcinsellik arasında temelde bir çok biyolojik farklılık olduğundan daha önce bahsetmiştim. Dolayısıyla bu örneklerde kadınlara değil erkeklere ilgi duyan eşcinsellerle ilgili hüküm çıkartmak mantıklı değildir. Neticede doğuştan gelen bir yapısal farklılıkları nedeniyle erkeklere ilgi duyan erkekler ve kadınlara ilgi duyan kadınlar, zaten Lut örneğinin dışında kalır (Arslan, 2015).


Dahası, zayıf olmakla birlikte hadis kaynaklarında tam zıddı yönde bir örnek de dikkatimizi çekiyor. Vakıdi’den nakledilen ve başka hadis kaynaklarında da rastlanan bir anektoda göre, Asr-ı Saadet’te Mati ve Hit adında iki “cinsiyetsiz” kölenin birlikte yaşadıkları ve İslam Peygamberi’nin (SAV) bunlara müdahale etmediği anlatılıyor. Bazı yorumcular bunların “hünsa” yani çift cinsiyetli olduğunu söylerken, bazıları da “muhannes” yani eşcinsel olduğunu ifade ediyor. Normalde sahabeyle birlikte yaşayan Mati ve Hit bir gün aralarında konuşurken kadınlardan şehvetle bahseden bahislerini duyunca, Hz. Peygamber (SAV) onları Medine’ye yakın bir yere göndermiş. Sadece Cuma günleri erzak almak için Medine’ye gelirler ve daha sonra yaşadıkları yere geri dönerlermiş (Arslan, 2015).

Daha da önemlisi, sahabelerden birisinin “bunları öldür” demesi üzerine Hz. Peygamber (SAV) “Müslüman olan kimseyi öldüremeyeceğini” açıkça beyan etmiş. Bu anektod farklı hadis kaynaklarında da kabaca benzer şekillerde anlatılan ve yoruma açık, konumuz açısından da ilginç bir anektoddur.


İslam’da ne yasak?


İslam, neslin korunmasını en önemli düsturlardan birisi olarak merkeze alır ve zinayı kesin bir dille yasaklar. Zina yasağında sadece fiilin değil, fiilin neticesinde ortaya çıkacak çocukların nesep problemlerinin de önlenmesi amacı güdülür. Onun dışında bir de Kur’anda Lut kıssasında bahsedildiği gibi, cinsel zevkte “haddi aşmak”; yahut “insana fıtri olarak verilen keyfin ötesinde keyiflere dalmak” keskin bir dille yasaklanmıştır. Bunun dışında cinsellikle alakalı bir yasağa Kuran’da rastlamıyoruz.


Eşcinseller, kadın olsun erkek olsun, doğuştan, yani fıtraten cinsel güdüleri farklı yaratılmış insanlardır. İnsanların kendi itki ve duygularına hakim olamayacakları, onları ancak çok sınırlı oranda kontrol edebilecekleri gerçeği göz önüne alındığında, bir insana sırf eşcinsel olduğu için ceza ve çeşitli yaptırımlar uygulamaya kalkmak, fıtrata aykırı bir zulümdür. Günümüzde, eskiden var olmayan bir çok bilimsel yöntemle artık insanların cinsel davranışlarına ve bunlarla ilgili biyolojik donanımlarına dair çok daha fazla şey bilebiliyoruz. Fakat buna rağmen hala yüzyıllar öncesinin kısıtlı bilgileriyle üretilmiş yorumlardan ve bunların binbir bozulmadan geçmiş günümüz uyarlamalarından kurtulamıyoruz. Bu günkü bilgilerimiz ışığında bir eşcinsel bireyi “normal” olmaya zorlamanın, solak bir çocuğu sağ elini kullamaya zorlamaktan, yahut doğuştan ayakları olmayan bir insana “ayaklarını yıkayamadığı için abdest alamayacağını” söylemekten çok da farkı yoktur.


Kestirme bir çözüm kolaycılığına kaçmadan bu meseleyi uzun uzadıya düşünüp ele almanın zamanı geçiyor...


O zaman Müslümanlar eşcinsellik vakaları karşısında ne yapacak?



Bu bilgiler ışığında, eşcinsel bir çocuğunuz olduğunu düşünün. Ne yapardınız? Müslümanların eşcinsellik konusundaki tavrı, aslında bu sorunun yanıtı kadar net ve sadedir. Alışılmışın, bizim duygu ve düşüncelerimizin dışında da olsa, fıtrat gereği mevcut olan, Allah’ın irade ettiği bir yaratılış çeşitliliği olan eşcinselliğe nasıl yaklaşacağımızı, bilgi, görgü, insaf ve iman belirleyecektir. Tarihin her döneminde ezber ideolojilerin insanlara ne felaketler yaşattığı malumumuzdur. Akılla sorgulanmamış nice slogan ve ideoloji milyonlarca insanı peşine takarak yine milyonlarca türdaşının kanına girmesine bile vesile oldu ve olmaya da devam ediyor. O yüzden insan olarak, hele ki Müslümanlar olarak, bir tepki verip yargı koymadan önce çok ciddi düşünmeli, eldeki “veri”leri çok dikkatle değerlendirmeliyiz. Belki bir yüz yıl yahut beş yüz yıl önce, Allah’ın “öyle yaratmayı murad ettiği” bir insana sırf yaratılışından dolayı zulmetmek, bilgisizlikten dolayı belki bir nebze mazur görülebilirdi; ama bu gün, bu kadar bilgimizin olduğu bir dönemde, eskilerin ezberleriyle doğru iş yaptığımızdan emin olma konforunu artık terk etmemiz gerekiyor.


Eşcinselliğin seküler dünya görüşünün önemli kalelerinden birisi, önemli dayatma noktalarından birisi haline geldiğini de elbette gözden kaçırmıyorum. Zira “gay pride” gösterileri, hele ki İstanbul’da 2015 yılı Ramazan ayından düzenleneni başta olmak üzere, her türlü ahlaksızlık, sınır tanımazlık ve toplumsal değerleri tahkir bileşenlerini hakkıyla içeriyordu. Fakat Aliya İzzetbegoviç’in “yeryüzünün öğretmeni olmak için göklerin öğrencisi olmak gerek” sözlerini bir kez daha hatırlayarak, en azından Müslümanların, tavırlarını “terbyesizliğe” göre belirlememeleri gerektiğini düşünüyorum. Eğer İslam dünyasının okur-yazar insanları, eşcinsellik gibi temel ve tartışmalı bir meselede yeni ve insanların önünü açacak ictihadlar/yorumlar üretebilirlerse, başta Hristiyan kilisesi ve gelenekçi İslam ekolleri olmak üzere, dünyanın bir çok yerinde ezber dini inançlar nedeniyle ötekileştiren ve marjinelleşmeye itilen eşcinseller için de bir umut ışığının doğması zor değil.

İlk yapılması gereken şey, keyfi ve hedonistik amaçlarla farklı cinsel arayışlar sergileyen insanlarla eşcinselleri ayırabilmektir. Biseksüellik ile eşcinsellik arasındaki fark belirginleştikçe, konuyla ilgili daha serinkanlı değerlendirmeler yapabilir hale geleceğiz diye umuyorum. Eşcinsel çocuklar, çok küçük yaşlarından itibaren dışsal cinsiyetlerine zıt faaliyetler gösterebilirler ve bu durum erken yaşlarda kendini ortaya koymaya başlar. Dolayısıyla insanları mahkum edip zulme uğratmadan önce, tıbbi ve bilimsel yollara başvurmak en akıllıca, en insani ve en İslami yol olacaktır.


Özetle, Kuran’a baktığımızda, İslam dini açısından, başkalarına dayatma yapmadıkça, toplum ahlakını bozucu işlere yeltenmedikçe, kendi hallerinde yaşayan ve fıtratlarının gereği olarak herkes gibi rahatça hayatını sürdürmek isteyen eşcinseller için zorlayıcı veya dışlayıcı bir hüküm üretilemez. Eşcinselliğin neden biyolojik bir varyasyon olarak tüm canlılar aleminde var olduğuna, insanda bir “avantajı” olup olamayacağı konularına odaklanılarak bu konunun yeniden ele alınması gerekiyor. Ve uzunca bir süredir ihmale uğrayan bu tip netameli konuların ele alınması, İslam aydınlarının dünyanın kanayan bir çok ayrasına üretebilecekleri merhemlerin de yolunu açacaktır diye düşünüyorum. Zira ezberlerden hiç birimize fayda yok.


İnsanoğlu olarak, ilimden ve güncel bilgiden uzak kaldıkça, bilgi üretmeyi temel bir dert haline getirmedikçe, gelenek ve ezber bataklığına gömülüp kalmaktan başka seçeneğimiz maalesef yoktur. Kuran-ı Kerim, çağlar ötesi hitabıyla yine hepimizi her zaman aynı tehlikeye karşı uyarmaya devam ediyor; dinleyip dinlememek de bize kalmış durumda...


Kaynaklar:
  1. Van Wyk PH, Geist CS (1995). "Biology of Bisexuality: Critique and Observations". Journal of Homosexuality28 (3–4): 357–373. doi:10.1300/J082v28n03_11.PMID 7560936.
  2. Allen LS; Hines M; Shryne JE; Gorski RA (1989). "Two sexually dimorphic cell groups in the human brain.". J Neurosci 9 (2): 497–506. PMID 2918374.
  3. LeVay, S (Aug 30, 1991). "A difference in hypothalamic structure between heterosexual and homosexual men.". Science 253 (5023): 1034–7.doi:10.1126/science.1887219. PMID 1887219.
  4. Dick Swaab (2014) We are our brains: From womb to Alzheimer’s, Spiegel & Grau; S. 55-105.
  5. Esat Arslan (2015) Şeriat Mekke’de tamamlandı. Kapı yayınları; S. 135-139.

Hücre sayısı meselesi

Dr. Alp Sirman ile twitter yazışmalarımız üzerine:

Alp bey selam;

Programdan önce kendi çalışma alanım olduğunda "sinir hücresi sayısı" meselesi ile ilgili bir kaç bilgilendirme yapayım istedim; sonra iletişim daha kolay olur.

Öncelikle "benim" sunumlarımda ve yazılarımda "beyin kabuğu" yani "neocortex'deki hücre sayılarından bahsediliyor. Neden? Çünkü sadece beynin geri kalanında değil, bedenin her yerinde sinir hücreleri var; fakat neokortikal hücreler öğrenme ile modifiye olan, teorik olarak bilgi depolanmasının, bilinçli veri işlemenin ve bilinçli hakereketlerin planlanmasının gerçekleştiği yer. Bundan dolayı neokorteks hücre sayısına biz ayrı bir önem veririz. Zaten sayıları rapor etmem, "sayının bir önemi yok" mesajını verme amacını taşıyor :)

Beynin tamamında (cerbrum) son araştırmalara göre 86 milyar civarında hücre bulunduğu doğrudur, fakat teknik, beynin oldukça fazla işlemden geçirilmesi ve çekirdeklerin sayılmasını içerir. Beyin kesitleriyle yeterince uğraşan herkes, sonuçta bazen uzman gözünün bile bazı tip sinir hücreleri ile glia ve diğer tip hücre çekirdeklerini ayırmakta zorlandığını bilir. Mesela modifiye Giemsa yöntemi ve Nissl boyamaları, çekirdeği saymakta sıklıkla kullandığımız yöntemlerdir ve hepsinde de benzer sınırlılıklar vardır. İmmunohistokimya, hücre tiplerini ayırmak için daha spesifiktir; fakat orada da kalın kesitleri işaretleme ve yöntemlerin zahmetli/pahalı olması, kullanımı sınırlar.  

Öte yandan benim de eski çalışma alanım olan stereoloji, hücre sayımında "altın standart" olarak kabul edilir. İstatistiksel bir örnekleme ve hesaplama şemasına dayanan bu yöntemlerde, istenen hata payı ile oldukça kesinlikli hücre sayısı hesaplamaları yapılabilir ve halen de en yaygın olarak kullanılan yöntemdir. En son beyin kabuğu hücre sayım çalışması 2009 yılında var ve burada da rakamlar benzer. Daha evvelki yazışmalarda bahsettiğim çalışma, halen Wikipedia (cerebral cortex hücre sayısına dikkat!) ve bazı kitaplarda (sayfa 139) referans veri olarak kullanılıyor.

Neticede son nahoş twitter atışmalarımızda bana "aha da bir açık buldum" edasıyla vurmaya çalışırken amaç neydi bilmem ama, ben "bilgilenmek" olduğunu düşünüp detaylıca yazdım, gerisini konuşuruz :)

Selam :)

Seminer: İslam toplumunda din-bilim ilişkisi; Evrim kuramı örneği

8 Mart 2013 günü İstanbul Akabe Vakfı'nın daveti üzerine yaptığım evrim-yaratılış-İslam sohbetinin video kaydına Youtube'dan ulaşabilirsiniz:

Bilim-inanç-akıl-yaratılış ve evrim üzerine Emre Dorman ile sohbet

8 Mart 2014 akşamı Dr. Emre Dorman'ın Hilal TV'de yayınlanan "Akıl ve İnanç" adlı programında akıl, bilim, inanç, evrim ve yaratılış gibi konularda çok keyifli bir sohbet yaptık. Programın kaydını aşağıda izleyebilirsiniz:


)

Öteki Gündem: Çizgi Ötesi

Ölüm ve ölüme yakın deneyimler gibi konularda sohbet etmek üzere 9 Mart 2014 Pazar gecesi Pelin Çift ile Öteki Gündem'e konuk olduk. Diğer konuklar: Doç. Dr. Sultan Tarlacı; Dr. İlhan Ocak ve İstanbul Müftülüğü Başvaizi Mustafa Akgül idi. Aşağıdan programın YouTube kaydını izleyebilirsiniz:

  )

Sinan Canan ve Serkan Karaismailoğlu ile beynimizin [n] ilginç halleri!