Tohumcu

Bir kaç yıl önce bir hafta sonu, Samsun’un “Saathane Meydanı” civarlarında dolaşıyorduk. Sevdiğim bir dostumla dar sokaklarda turlarken, hem oradan buradan sohbet ediyorduk, hem de arkadaşım bana, pek de aşinası olmadığım bu yerler hakkında kısa bilgiler veriyordu. Ara ara, sıklıkla yaptığımız gibi felsefi muhabbetlere de giriyorduk. Sohbetlerimiz kimi zaman derinleşiyor, neredeyse felsefenin ve insan düşünüşünün yüzyıllarca meşgul olduğu temel sorunlara dair serbest çağrışımlarımız kendiliğinden ağızlarımızdan dökülmeye başlıyordu. Bir iddiamız, mevkimiz veya düşmanlığımız da olmadığından, adeta ağzımızda şeker tadı bırakarak sona eriyordu bu tartışmalar. İşte yine öyle bir gündü.


Dalmış, konuşup gülüşürken, dar sokaklardan bir yenisinin başından giriş yaptık farketmeksizin. Arkadaşım hemen sonra sokaktan ileriye doğru yarı dikkatli bir bakış attı ve “Hah; gel seni bir arkadaşla tanıştırayım…” dedi.

Bu arkadaşımın önemli bir özelliği, genellikle yaşı kendisinden fazla, hem de çok fazla olan insanlarla ahbaplığa pek bir meraklı olmasıdır. Benimle şimdiye kadar tanıştırdığı “arkadaşlarının” çoğu 60 ve üzeri yaşlardadırlar genellikle. O gün de yine bir ihtiyar delikanlıyla tanışacağımı düşündüm hemen. Evet yanılmamıştım. Az sonra, elli metre kadar ileride, ufak ve eski bir dükkanın önünde duran yaşlı bir amcayla selamlaşıp kucaklaştı arkadaşım. Sonra da beni tanıştırdı bu yaşlı adamla. Yaşlı adam, sanki gözlerimin içinden zihnime bakarcasına keskin, ama bir yandan da anne şefkati ile yüklü bir bakışla selamladı beni. Altı torbalanmış gözleri hafif kızarıktı. Yaşı oldukça ileri olmalıydı, ama hareketleri, elimi sıkması en az benim kadar dinç olduğunu gösteriyordu. Sadece öne doğru biraz eğik duruyordu ve bu duruş da ona ezik bir hava veriyordu. Az konuşuyordu; ama bunun sebebinin söyleyecek lafı olmamasından kaynaklanmadığını hemen anlardınız. Boş konuşmayı sevmiyordu sadece. Kısa bir hal hatır faslından sonra “Buyurun içeri; bir çayımı içmeden göndermem..” dedi. Girdik.

Dükkan, bir tohumcu dükkanıydı. Daracık ve fazla uzun olmayan bir koridor gibiydi. Sanırım, aslında iki dükkan arasında bir boşluk olarak bırakılan bölgelerden birisiydi, ve sonra dükkan haline getirilmiş olmalıydı. Girişten itibaren iki yanda sıralanan büyük çuvallar içinde adlarını bile bilmediğim değişik tohumlar doluydu. Dükkan dar olsa da, bu tohum çuvallarının arasından yürümek, insana sanki bir aslanlı yolda yürüyormuş havası veriyordu sanki. Dükkanı incelemeye dalmışken yaşlı adamın çaycıya seslendiğini duydum belli belirsiz. Burası onun dükkanıydı.

Dükkanın girişinden arka taraftaki o küçücük bölmeye varana kadar yaptığım kısacık yolculukta sağı solu, çuvalların içindeki tohumları incelerken, bir taraftan da bu dükkanda alışılmışın dışında bir rahatlık hissettiğimi farkettim. Sanki burası benimdi! Kokusu, düzeni, renkler o kadar kucaklayıcı idi ki, hiç yabancı bir yer gibi değildi sanki…

Dükkan sahibi olan amca ikimizi dükkanın dip kısmına, suntalarla kapatıp bir minik odacık haline getirdiği yere davet etti eliyle. İçeri girdik. Fakat daha girer girmez, buraya bırakın üç kişinin, tek kişinin bile sığamayacağını düşündüm. Toplam bir metrekare bile değildi belki de bölme. Genişliği bir kulaçtan az, derinliği ise bir kol boyu bile değildi. Ama adama nezaket gösterip çağırmıştı bizi, kabalık etmek olmazdı. Nereye oturayım diye bakındım şöyle sağıma-soluma. Girişin hemen sağındaki küçük tabureye buyur etti amca beni. Ben oturunca, dükkan kısmındaki çuvalların arkasında duran iki tabureyi daha getirdi. Az sonra arkadaşımla ben diz dize, dükkan sahibi ise bizden biraz ayrı, ama bacaklarını hafifçe kendine çekmiş şekilde oturmuştu. Arkadaşım da buraya nasıl sığdığımıza hayret etmiş olacak ki, kaşlarını kaldırıp bana sırıttı. Az önceki tartışmamızı hatırladığına emindim; Gerçekten de, bazı şeyler göründükleri gibi değildi.

Ucuz bardaklardaki hoş tatlı çaylarımızı yudumlarken sıcak ve enerji verici bir sohbete başladık az sonra. Yaşlı adam arada sırada bizle ilgili sorular soruyor, olumlu yanıtlarımıza gülümseyerek, olumsuzlara ise hem gülümseyip hem de, hemen hemen her seferinde eski bir özlü sözden alıntı kelimelerle yanıt veriyordu. Bir kaç dakika sonra, çok garip bir rahatlama çökmüştü üstüme. O daracık oda bile şimdi sanki biraz genişlemiş gibiydi. Sohbet devam etti, konular derinleşti.Az sonra yaşlı adam, duvara tespit edilmiş sürgülü kapaklı tahtadan bir dolabın kapağını yavaşça araladı ve içinde dizi dizi duran renkli kapaklı kitaplardan bir kaçını çıkarttı. Önündeki minik masamsı yer, galiba sadece kitaplar içindi, çünkü kitapları koyunca üstünde fazlaca bir yer kalmıyordu. Yaşlı adam, konuştuğumuz konulara ilişkin yerler buluyordu kitaplardan ve okuyordu. İlginç şeylerdi bulduğu bölümlerde yazanlar. Bir süre düşünüyorduk. Sonra adam başka bir konuda, başka bir kitabi örnek veriyordu bize. Birazdan farkettim ki, adam sayıları hiç de az olmayan bu kitapların hepsini ezberlemişti! Hem de satır satır.

Adam konuşurken, bir yandan da bu daracık mekana göz gezdirdim. Fukaralık dökülüyordu her yerinden. Duvarlar, tavan, ısıtma için kapının üzerine asılmış elektrikli ısıtıcı tel, adamcağızın üstü başı… Her şey asgari haldeydi. Fakat konuşan adamın gözleri, resmen “soylu” bakıyordu. Değme zenginlerde böyle kendinden emin, anlayışlı, bilge ve parıldayan gözler göremezdiniz. Yaşlı adam, yaşına göre çok da sağlıklı gözüküyordu.

İçimden acıdım adama. Kim bilir, sadece benim sahip olduğum imkanların küçük bir bölümü ona verilmiş olsa, benim karşıma çıkan fırsatların bir kısmı onun da karşısına çıkarılsa, bu halde böyle cevher olan bir insan daha neler yapabilirdi? Hafifçe sinirlendiğimi, sıkıldığımı hissettim bu düşüncelerimin karşısında. Bu adam bu minicik dükkandan kazandığıyla belki de karnını zor doyururken, hayatta hiç bir derinliği olmayan kafası boş bir sürü serseri paralarını harcayacak yer bulamıyorlardı. Onlar son model arabalarla, teraslı tripleks evleriyle günlerini gün ederken, bu adamcağız bu daracık odada; kimbilir belki de burası gibi dar olan evinde ömrünü tüketiyordu. Bu gözler dünyayı görmeli, diye düşündüm; kimbilir o öküzlerin sadece yiyip içmeye geldikleri bu dünyada bu gözler neler görürdü, diye geçirdim içimden.. İsyansı bir duygu uyandı içimde… Ben çok mu farklıydım sanki?

Sonra yaşlı adamın devam ettiği konuşması esnasında gözlerimin içine baktığını farkettim. Utanıp çaktırmamaya çalışarak dinliyormuşum gibi yaptım… Ben az önceki şeyleri düşünmeye dalmışken, ev sahibimizin konuşmalarından kopmuştum bir süreliğine. O ise anlatıyordu hala ve artık mütebessim bir şekilde gözlerime bakarak konuşuyordu:

“…burada, ben ve kitaplarım…” diyordu. “Burası benim için çok değerlidir o yüzden. Size belki biraz dar gelmiş olabilir ama, oturdukça buraya alışırsınız, çıktığınızda dünya daha büyük gözükür, içiniz ferahlar” dedi gülümseyerek…

Sonra konuya kaldığı yerden devam etti:

“İşte bu kitaplar ve tefekkür sayesinde bu daracık oda bile genişliyor, duvarlar yok oluyor…” dedi, bakışlarını benden kitaplara kaydırarak. En üstteki kitabın kapağını hafifçe okşayarak ekledi: “Ben bu kitaplar sayesinde bu minicik odadan açılan zihin penceremde bütün kainatı seyredebiliyorum… Bunu neyle değişebilir ki bir insan?…”

Gözlerini yavaşça dükkanın girişine çevirdi. Gözlerine baktım, izlediği yıldızlar ve evrenler gözlerinde parlıyor gibi geldi bana. Belki de heyecan yaşları parıldamıştı göz pınarlarında.

Sonra hafifçe iki yana sarstı başını, bize baktı, gülümseyerek:

“Gene çenem düştü, kusuruma bakmayın… Hem siz hocasınız, bunları benden iyi bilirsiniz, benimki de çene işte…” dedi.

Biz ikimiz bir ağızdan “estağfurullah..” demeye çalıştık. Arkadaşıma baktım, onun da gözleri yerdeydi. Neden yere baktığını biliyordum sanki. Ben de o kocaman çalışma ofisimi, emrimizdeki koca laboratuarları, cihazları, otoparkta bizi bekleyen arabalarımızı, dünyayı elimize getiren Internet bağlantılı bilgisayarlarımızı düşünmüştüm. Peki, bu yaşlı adamın bahsettiği duygulardan haberdar mıydık?

İçime baktım, yanıt kocaman bir “hayır!”dı. Hiç bir fikrim yoktu. Ama ümitsizliğe düşmemeliydim, çünkü bir şey daha hissettim içimde. Sanıyorum “utanç”tı bu… Henüz utanabiliyordum neyse ki…

****

Dükkanın kapısında vedalaştıktan sonra, yaşlı adamdan ayrılıp sessizce ılık akşam üstü gölgeleriyle kaplı sokaklara doğru yürüdük. Konuşmuyorduk artık. Arkadaşım düşüncelerimi anlamak istercesine arada bir kaçamak bakışlar atıyordu bana. Hayal-meyal farkedebiliyordum onu. Nedense ikimizin de yüzünde bir tebessüm vardı. Ben hala utanıyordum gerçi, ama mutluydum. O adamı biraz olsun anlayabilmiştim ve dükkana ilk girdiğimde ona yönelen acıma duygum, şimdi kendime yönelmişti.

Batan güneşin gökteki kızıllığına baktım.

Eh bu da bir şey sayılırdı…

Daha çok uzak olsam da gerçek bir “insan” olmaya bir adım daha yaklaşmış hissettim kendimi…

Derin bir nefes aldım…

…ve bu kârlı güne gülümsedim…

Hiç yorum yok:

Sinan Canan ve Serkan Karaismailoğlu ile beynimizin [n] ilginç halleri!